Sevgili Okuyucular,
Bugün sizinle paylaşacağımız ilk söyleşimiz için oldukça heyecanlıyız.
Mustang filminin yönetmeni Deniz Gamze Ergüven ile konuşma şansını yakaladık. Geçen haftadan tahmin edebileceğiniz gibi, biz filme bayıldık (yarın vizyonda – eğer film değerlendirmemizi kaçırdıysanız, buradan okuyabilirsiniz) dolayısıyla da Deniz ile vakit geçirebildiğimiz için çok mutlu olduk.
Bu röportajda Deniz’in ilk bağımsız filmi olan Mustang’ın Cannes Film Festivali’ne gitmesinden ve oradan da Oscar’lara uzanan inanılmaz yolculuğundan, Fransa ve Türkiye arasında yaşamanın Deniz’e kadınların Türkiye’deki durumu ile ilgili kazandırdığı perspektiften, Türkiye’de seks ile ilgili konuşmanın zorluklarından, sinemadaki kadın karakterlere kadar birçok şeyi konuştuk.
Canım İstanbul: Merhaba Deniz! Bugün seninle buluşup konuşabildiğimiz için çok mutluyuz. Öncelikle Mustang’ın son birkaç aydır yaşadıklarından bahsedelim. Film Cannes’da çok iyi karşılandı, sonra Fransa’da 450 bin kişi tarafından izlendi, Şu anda farklı ülkelerde film festivallerini geziyor ve muhtemelen de Oscar’lara doğru gidecek. Filmi yaptığında bu kadarını da beklemiyordun diye düşünüyorum. Tüm bunlar nasıl hissettiriyor?
Deniz Gamze Ergüven: Aslında her şey Cannes’da başladı. Orada bir şeylerin oluşmaya başladığını hissettim. Cannes’da farklı temsilcilerin ilgisini çekti ve dünyanın birçok yerinden gelen distribütörler tarafından alındı. Oscar hayali kurabileceğimizin ilk sinyalini bize Amerikalılar verdi. Ve tüm önemli festivallerde de aynı ilgiliyi gördü. Böyle olunca da film adeta bir çocuk gibi kendi hayatını yaşamaya başlıyor. Gerçekten harika bir şey.
Cİ: Bugün nasıl hissediyorsun?
DGE: Çok güçlü bir dalga gelmiş gibi. Bu çok yoğun bir yolculuk oldu. Çekimlere başlamadan üç hafta önce ana yapımcımız projeyi bıraktı ve hemen yeni bir yapımcı bulmamız gerekti. Filmi çekerken hamileydim. Doğum yaptıktan iki gün sonra işin başındaydım. Yani çekimler başladığından beri azalmayan bir yoğunluk söz konusu.
Cannes’dayken şu şakayı yapıyordum: Salı günü filmi göstereceğiz, Çarşamba günü basınla konuşacağız, Perşembe günü de unutulacağız. Ama o Perşembe günü asla gelmedi! Biz hala Çarşambadayız ve her şey gittikçe daha da yoğunlaşıyor. Şimdi film Türkiye’de gösterime girecek ve 20 Kasım’da da Amerika’da. Yani baya hareketli bir zaman. 17 yemeği aynı anda pişirmeye çalışmak gibi bir şey.
Benim için güzel olan taraf ise filmin ailesinin hayatı uzuyor. Hep beraberiz ve bu macerayı birlikte yaşıyoruz. Bu çok büyük bir lüks ve hepimizi zaman içinde daha güçlü kılıyor.
Cİ: Filmin başarısını nasıl açıklıyorsun? Gizli kalmış bağımsız bir Türk filmi olarak kalabilirdi. Sence neden bu kadar insana dokunuyor?
DGE: Öncelikle bence yeni olan şey hikayeyi beş kızın gözlerinden görüyor olmamız. Çoğu film bir erkeğin objektifinden çekiliyor ve kadına bir yabancı olarak bakılıyor ya da kadın nesneleştiriliyor. Ayrıca filmin çok duygusal ve şenlikvari bir havası da var. Kızlar o kadar cesurlar ki hayatın kendisinden daha şenlikli bir haldeler. Kızların, erkeklerin omuzlarında oynadıkları ve büyük bir skandala yol açan sahne benim kendi hayatımdan alınma. O zaman kızarmıştım, kendimden utanmıştım… Ancak yıllar sonra tepki vermek istedim. Ve filmde, kafamın içinde yıllarca susturulmuş o sesin kendini ifade etmesine izin verdim.
Cİ: Filmi bir Fransız ile birlikte yazdın. Yazım süreci nasıldı?
DGE: Filmin tüm materyali benden geldi ve aslında tüm senaryoyu da ben yazdım. Alice, yani ortak yazar, ise her hafta yazdıklarımı okurdu ve bunun üzerinden tartışırdık. Benim için bir boks hocası gibiydi. Ben hiç durmadan ve kendime çok fazla soru sormadan günde 20 saat yazardım. O da tüm bu enerjiyi toparlamama, bazı şeyleri anlaşılır kılmaya ve karakterleri rafine etmeye yardımcı olurdu.
Cİ: Hayatın boyunca hem Türkiye’de hem Fransa’da yaşadın. Bir orada bir burada olmanın sana Türkiye’deki kadınların durumuna daha özgür ve objektif bakma şansını tanıdığını düşünüyor musun?
DGE: Referans alanımı genişlettiğini düşünüyorum. Sürekli Türkiye’de olmadığımdan dolayı başka yerlerde kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu görebiliyorum ve Türkiye’deki kadınların durumunu kanıksamıyorum. Bu gelip gitme durumu Türkiye’deki durum hakkında perspektif kazanmama ve bunu daha iyi bir şekilde ifade etmeme yardımcı oluyor. İşin bir de diğer yanı var. Mesela Suriyeli mülteci krizini ele alırsak… Türkiye’de 2 milyondan fazla mülteci olduğunu ve bunun etkilerini biliyorum. Bir yandan da binlerce mülteciye Avrupa’ya giriş izni verme konusunda müzakereler olduğunu duyuyorum ve Avrupalıların bu konudaki bakış açılarını gözlemliyorum. (Not: Fransa 20.000 mülteciyi ülkesine almayı düşünüyor.)
Kendimi Türkiye’den kopuk hissetmiyorum ama bazen ülkenin kolektif tecrübelerinin bir parçası olamadığımı düşünüyorum. Mesela, Gezi gibi bir durum olduğunda, organize olup gelmem bir haftamı alabiliyor. Ama sonuçta burada oluyorum.
Cİ: Sence bugünün Türkiye’sinde jenerasyonlar arası diyalog kurmak mümkün mü? Genç Türk kızları, aile büyükleri ve gelenekler arasında bir uzlaşma olabilir mi?
DGE: Bilmiyorum. Bu jenerasyonlar arası bir çatışma değil bence. Bence bugün gördüklerini hayatlarının ilerleyen dönemlerinde tekrarlayacak genç kızlar var.
Cİ: …filmdeki büyükanne gibi…
DGE: …evet, aynen öyle. Biz kadınlar cinsiyet ayrımı yapan değerleri ve maço davranışları içselleştirmeye yatkınız. Nedense feminizm çok da cazibeli değil ve her kadın da yaşadıkları biçimle ilgili soru sormuyor ya da ilgilenmiyor. Yani jenerasyonlarla ilgili bir konu değil bu, daha derin bir şey. Bazı kodlar içimize o kadar işliyor ki… Küçük kızlar ya da küçük oğlanlar olarak büyütülüyoruz ve bizim jenerasyonumuzda bile üzerimizden atamayacağımız bazı şeyler var. Mesela ben asla makyaj yapmaktan ya da topuklu ayakkabı giymekten vazgeçemem. Sorunun kökü çok derinlere gidiyor derken bunu kastediyordum.
Cİ: Sence neden Türkiye’de seks ve arzu ile ilgili konuşmak bu kadar zor?
DGE: Ben buna katılmıyorum. Türkiye’de herkes seks hakkında konuşur. Öncelikle, muhafazakar bir adam ne zaman namusu korumaktan bahsetse, ben bambaşka bir şey duyuyorum. Mesela, erkeklerin ve kızların farklı merdivenler kullanmasını isteyen okul müdürü… Bu tam olarak neyle alakalı? Sabahın 8’inde matematik dersine giden 13 yaşındaki çocukların hayatında erotik bir şeyler mi var gerçekten? Bana göre Türkiye’de sürekli olarak bir cinsel yansıtma söz konusu. Öyle bir noktaya geldik ki, normal hareketleri bile cinsel şeyler olarak algılayabiliyoruz. Bülent Arınç bir kadın davranışlarında “cazibedar olmayacak” dediğinde, o davet aslında onun gözlerinde. Kapıyı açan ya da burnunu kaşıyan bir kadın davetkar davranmıyor. Sorun o kadına bakan gözlerde. Ev yemeği yapan lokantalarda televizyon izlerken yemek pişiren geleneksel ev hanımlarını görmek bana çok komik geliyor. Bu kadınların bir kısmının başı kapalı ve televizyondaki kliplerde gördükleri dans eden kadınlar yarı çıplak. Bence bu iki tip kadın da aynı şeyi söylüyor: ben bir cinsel nesneyim. Bu bence çok aşikar ve çarpıcı ama yine de her seferinde beni şaşırtıyor.
Cİ: Sence bu film Türkiye’de bir şeylerin değişmesine katkı sağlayabilir mi?
DGE: Filmin fark edilmeyeceğinden biraz korkuyorum açıkçası. Türkiye’nin filmi kucaklamasını isterim. Bu film Türk filmi mi değil mi diye uzunca bir tartışma döndü ve bu beni biraz şaşırttı. Cannes’da Türk bir yapımcı festival ile ilgili bir blog yazıyordu. Burada Türk oyuncuların oynadığı, Türkiye’de çekilmiş, Türkçe bir film var ve o bundan bahsetmedi bile. Türkiye’de filmle ilgili konuşmaya başladığımızda bunun bir Türk filmi olduğunu açıklamamız gerekti. Fakat “Hayır, bu bir Fransız filmi” diye cevaplar aldık.
Cİ: Neden peki? Sadece Fransa’da finanse edildiği için mi? Ya da sen iki ülke arasında olduğun için mi?
DGE: Hem o yüzden hem de Fransa ilk günden itibaren filmi kucakladığı için. Tabii ki de bu bir Fransız projesi ve ben bunu Türkiye’de yapamazdım. Garip olan şu ki Fransa’da hiçbir zaman bunun bir Fransız filmi olmadığı söylenmedi. Benim için önemli olan sanatsal bakış açısı ki bu da vatandaşlık konseptiyle sınırlanamaz. Yani David Lynch Danimarkalı olabilirdi, değil mi? Kimin umurunda peki? Nedense bu tarz konular Türkiye’de çok çabuk çok hassas noktalara varabiliyor.
Cİ: İlk yaptığın röportajlardan birinde filmin Türkiye gösterimi ile ilgili biraz endişeli olduğundan bahsetmişsin. Bu hala geçerli mi? Filmin başarısıyla birlikte rahatladın mı yoksa daha da mı gerildin?
DGE: Belki de, bilmiyorum… Geçtiğimiz günlerde Paris’teki Türk Konsolosluğu’na gittiğimde biraz endişeliydim çünkü filmin söylemek istediklerinin bazı insanların hoşuna gitmemiş olabileceğini düşündüm. Ama orada karşıma çıkanlar filmi çok sevmişlerdi ve bana karşı çok sıcakkanlıydılar. Bazı insanlar hikayenin görücü usulü evlilikle ilgili olmasından hoşlanmamış olsalar da – çünkü bu zaten bildikleri bir şey – filmi izledikten sonra fikirlerini değiştirmişler. Bu tamamen filmin nasıl konumlandırıldığıyla alakalı olacak diye düşünüyorum.
Cİ: Şimdi Fransa’nın adayı olarak En İyi Yabancı Film dalında Oscar yoluna girdin. Mustang’ın Türkiye’yi mi Fransa’yı mı temsil etmesini tercih ederdin? Ya da senin için fark etmiyor mu?
DGE: Elbette benim için önemli ama filmin hayatını olduğu gibi kabul ediyorum. Fransa’nın filmi seçmesinden çok duygulandım. Bence bu çok modern ve radikal bir karar. Bence bu Fransa’nın filmi kucaklaması ve yurt dışında değerlerine sahip çıkması için önemli bir yol. Bu beni çok etkiledi ve ciddi bir sorumluluk hissi taşıyorum. Haberi aldığımda sevinçten uçtuktan sonra çabucak bunun ne kadar önemli bir sorumluluk olduğunu anladım. Bu yarışta çok iyi olmalıyız. Hala önseçim aşamasında 81 tane film var yani yolumuz uzun…
Cİ: Son olarak Canım Istanbul okurlarıyla paylaşmak istediğin bir şey var mı?
DGE: Şunu söylemek istiyorum… Türkiye’de başlıca alanlar eril ve çok da neşeli olmayan ve kadınlar adına bazen çok acımasızca konuşan figürler tarafından hükmediliyor olsa da Türk gençliğini yansıtan figürleri ortaya çıkarmış olmaktan çok mutluyum. Bu gençliğin gücünü, zekasını ve mizahını Gezi sürecinde görmüştük. Ayrıca sıra dışı, komik, becerikli ve akıllı kadın karakterleri sunmaktan da mutluluk duyuyorum. Genellikle cesaret, zeka ve azim gibi özellikler sinemada kadınlarla bağdaştırılmıyor. Kadınların hala “güzel ama aptal kız” modeliyle canlandırılıyor olması çok sinir bozucu ve bence bu film bu boşluğu dolduruyor. Türkiye’de filmin izleneceğini umuyorum çünkü insanların hayatında ufak kıvılcımlar yaratabileceğine inanıyorum.
Cİ: Çok teşekkürler Deniz!